Ben Sağlık Bakanımızın pek çok uygulamasını yerinde buluyor ve destekliyorum, ancak eleştirdiğim düşünceleri de var. Bunlardan biri de son günlerde çok sık dile getirdiği ‘’hekim azlığı’’ konusu.
Bakanımız geçen hafta yaptığı konuşmada özetle şöyle diyordu: ‘’Türkiye Cumhuriyeti olarak Dünya Sağlık Örgütü’nün Avrupa bölgesindeki 52 ülkesinden birisiyiz, bu 52 ülke içerisindeki ülke nüfusuna göre hekim sayısı açısından sonuncu sırada yer almaktayız. Bu ülkeler içerisinde yalnızca gelişmiş Batı Avrupa ve Kuzey Avrupa ülkeleri değil, Gürcistan, Ermenistan, Kırgızistan, Arnavutluk gibi ülkeler de var. Ülkemizde sağlık hizmetinin kalitesinin artması için mutlaka hekim sayısının artması gerekiyor. Buna karşı çıkanlar aslında ülkenin sağlık geleceğini kaliteli hale gelmesine belki bilerek, belki de bilmeyerek karşı çıkmış oluyorlar. Bu karşı çıkmaları mutlaka ikna yoluyla çözerek ülkedeki hekim sayısını artırmalıyız.â€
Sağlık Bakanlığı’nın 2001 yılı verilerine göre ülkemizde 90.957 hekim bulunmaktadır. Her yıl tıp fakültelerinden mezun olan 4.000-4.500 hekim bu sayıya eklenirse, 2005 yılı itibarıyla Türkiye’de hekim sayısının 110.000’e yaklaştığı söylenebilir.
Türk Tabipleri Birliği’ne göre, Avrupa ülkelerinde ortalama olarak her 300-500 kişiye 1 hekimin düşerken, Türkiye’de ise yaklaşık 600 kişiye 1 hekim düşmektedir. Bu rakam İngiltere ortalamasına yakındır.
TANSİYON ÖLÇMEYİ BİLMEYEN DOKTORLAR VAR
Sağlık hizmetlerinden istenen verimin alınamamasının en önemli nedeni hekim azlığı değil, tıp eğitimindeki eksik ve yanlışlar ile hekim dağılımındaki dengesizliktir.
Tıp fakültelerinin liselerden bir farkı kalmamıştır. Buraya giren bir öğrenci daha ilk yılından itibaren uzman olmayı amaçlamakta ve tüm çabasını sadece tıpta uzmanlık sınavını (TUS) kazanmaya harcamaktadır. Oysa, ülkemizde doktorların en fazla %10’ unun uzman olabilme şansı vardır. Eğitimdeki bu yanlış nedeniyle, kafaları işlerine yaramayacak teorik bilgilerle dolu, ama pratisyen hekimliğin gerektirdiği bilgi ve becerilere sahip olmayan bir doktorlar ordusu yetişmektedir. Üstelik de TUS’u kazanamadığı için depresyona girmiş bir ordudur bu.
Bu eğitim düzeni ile maalesef ‘tansiyon ölçmeyi ve iğne yapmayı bile bilmeyen doktorlar’ yetişmektedir, çünkü tıp sadece kitaptan okuyarak değil, mutlaka pratik uygulamalarla ve usta-çırak ilişkisi ile öğrenilmesi gereken bir bilimdir.
Siz bir de yeterli öğretim üyesi, laboratuarı, hastası… olmayan yeni açılacak ‘tabela tıp fakültelerinden’ mezun olacak doktorların, daha doğrusu bunların eline düşecek hastaların hâlinin nice olacağını düşünün.
SAYI DEĞİL, KALİTE ÖNEMLİ
Kaliteli doktor yetiştirmenin birinci şartı, tıp fakültesine giren öğrencilerin pratisyen mi yoksa bir dalda uzman mı olacaklarının önceden, meselâ ya daha fakülteye girerken veya 3 yıllık temel eğitimden sonra, belirlenmesi ve eğitimlerinin buna göre farklı olmasıdır.
Pratisyen olacaklara, uygulamaya ağırlık veren bir eğitim verilmeli ve bu doktorlar erişkin ve çocuk, dahili veya cerrahi tüm hastalıkları pratikte önemli yönleriyle bilmeli, temel girişimleri ve temel tanı yöntemlerini çok iyi öğrenmeli ve yorumlayabilmeli ve özellikle de acil durumlarda uygulanması gereken tedavileri tam ve doğru olarak yapabilmelidir. Pratisyen doktorların hedefi ve hayali TUS’u kazanmak değil, iyi bir pratisyen doktor olmak olmalıdır.
Elbette, kaç kişiye doktor düştüğü önemlidir, ama ondan daha önemlisi doktorun kalitesidir! İyi yetişmemiş olduktan sonra, ister 200 kişiye, isterse 100 kişiye bir doktor düşsün, neye yarar.
Öncelikle yapılması gereken tıp eğitiminin yeniden düzenlenmesi ve doktor dağılımdaki dengesizliğin düzeltilmesidir. Doktor sayısının kağıt üzerinde paldır-kültür artırılmaya çalışılması, yeni tıp fakültelerinin açılmak istenmesi çok yanlıştır.
Kaynak: www.ahmetrasimkucukusta.com
kimi yok der kimi çok der
ne bu yahuu