Tıpta Uzmanlık Kurulu Genel Sekreteri Uzm. Dr. Engin Uçar, Medimagazin’e yaptığı açıklamada, altı yıl sonra tıp fakültelerinin 45 bin mezun vereceğini ve ondan sonra her yıl onar bin mezun verilmeye başlanacağını belirterek fakülte kontenjanlarına dikkat çekti. Dr. Uçar, aynı zamanda halen açık ve fazlalık olan branşlar konusunda da bilgi verdi
Tıpta Uzmanlık Kurulu Genel Sekreteri Uzm. Dr. Engin Uçar’la, Medimagazin Genel Yayın Yönetmeni Dr. İbrahim Ersoy’un Tıpta Uzmanlık Kurulu ile ilgili röportajının ilk bölümünü geçen hafta vermiştik. Bu haftaki bölümde Dr. Uçar, branşların Türkiye için mevcut yeterliliklerinden ve gelecekte hekim sayısıyla ilgili düzenlemelerden bahsetti
Bu kontenjan konusunu biraz açabilir misiniz? Yöneticiler buraya girdikleri zaman asistan sayısını görebiliyorlar mı?
Hayır.  Bu bir yazılım. Hâlihazırda kullanmakta olduğumuz algoritmayı bir program, bir yazılım haline dönüştürüp, sizin de dediğiniz gibi karar vericinin talepleri alıp programın içine atması, diğer taraftan kontenjanların çıkması şeklinde bir çalışmamız var. Halen bu manüel olarak yapılıyor. Biz bunu eğitim-araştırma hastanelerinde iyi bir şekilde oturttuk, YÖK’e bağlı kurumların asistan planlamasında da önerdik YÖK’e. Ama YÖK’ün kullanıp kullanmadığı konusunda bilgi sahibi değilim. Bakanlığa bağlı hastanelerde eğitim kapasitesini ölçebilmek için daha önce söz etmiş olduğum parametreler -kabaca iki parametreden söz etmiştim- ‘eğitici’ ve ‘portföy’ bölümleri olarak. Bir de mevcut asistan sayısı var. Bu kapasite hesaplama yöntemini kullandığımız zaman gördük ki, bazı kurumlarda kapasitelerinin üzerinde, bazılarında ise altında asistan var. Bu neye göre hesaplanıyor? Bu parametrelere bir değer atfetmeniz gerekiyor. Örneğin; yine kadın-doğum üzerinden gidersek, doğum, sezaryen, poliklinik, taburcu sayıları gibi. Bu dört parametreden yola çıkalım. Hangisine daha fazla değer vereceksiniz? Adil, olabildiğince gerçeği yansıtan değerler kullanmaya çalışıyoruz. Üç yıldır bu değerleri, aldığımız geribildirimler çerçevesinde düzelterek doğru bir karar destek sistemine ulaşmaya ve bunu geliştirmeye çalışıyoruz.
Burada şöyle bir şey yok mu? Sizin, yani Bakanlığın mantığıyla asistan sayısı sağlık hizmetlerinin kapasitesine göre belirleniyor. İnsanlar da sağlık hizmetine göre asistan istiyor şu anki mevcut durumda. Burada siz parametreyi değiştirseniz. Örneğin; öğretim üyesi başına şu kadar asistan verilecek. Kadın-doğumda şu kadar, ortopedide bu kadar gibi. Çünkü sonuçta bu çocuklar hocalar tarafından yetiştirilecek. Bir hocanın asistan sayısı bellidir. Siz mantığı değiştirseniz? Onlar da sağlık hizmetini buna göre yapsa daha iyi olmaz mı?
Zaten öyle yapıyoruz. Hocaların sayısı da puan getiriyor kapasite hesabında. Konunun detayına girersek çok uzun sürer, bu röportaja sığmaz. Ama bunun üzerinde üç yıldan bu yana kapasiteyi doğru bir şekilde yansıtacak değerler atfediyoruz. Bir profesörün varlığıyla bir doçentin veya bir uzmanın varlığının kapasiteye kattığı değer farklıdır, poliklinik sayısıyla taburcu sayısının kattığı değer farklı. Ama bunların hepsi değerlendiriliyor. Yani doğum yapılmayan bir yerde sekiz profesörün olması orada kapasite oluşturmuyor. Veya hiç profesör, doçent veya eğiticinin olmadığı bir kurumda günde yirmi doğumun yapılıyor olması orada kapasite oluşturmuyor. Yani eğitici ile portföyü birleştirip kapasiteyi oluşturuyoruz. Bundan sonra da emsal kurumları birbirleriyle karşılaştırıyoruz. Örneğin; büyük bir doğumevinin eğitim kapasitesi on iken, küçük bir hastanenin üç olabiliyor. Buradan yola çıkarak, oranın on asistan kapasitesi varsa buranın kapasitesi üç diyebiliyoruz. Bu bakış açısıyla kurumların eğitim kapasitelerini gözden geçirdiğimizde, kimi kurumların kapasitesinin üzerinde kimilerinin ise altında asistanla çalıştığını ve eğitim verdiğini gördük. Bunu da yumuşak geçişlerle o kapasitelere doğru çekeceğiz. Eğitim kurumlarından asistan sayılarının azalması yönünde gelen şikâyet ve tepkiye gelecek olursak, ki daha çok merak edilen budur. ÖSYM’nin yayımladığı kılavuzlarda TUS kontenjanlarını görebiliriz. Bu kontenjanların sayısında bir azalma yok aslında. Azalma gibi hissedilen şey, kurum başına düşen kontenjanda gerçekleşmektedir. Bunun sebebine gelince; tıp fakültelerinden mezun olan hekimlerin sayısı ülkemizde son 30 yılda büyük bir artış göstermemiştir, neredeyse stabil gitmektedir. Örneğin; 1991 yılında tıp fakültelerinden 4 bin 550, geçen yıl 5 bin küsur kişi mezun olmuştur. Aradan bu kadar yıl geçmiş, bu 30 yıl içerisinde üniversite veya eğitim hastanelerindeki hoca sayısında ise ciddi bir artış var. Bu sayı beş kat artmıştır. Her hoca olan, her eğitim kurumu olan, “Ben de asistan istiyorum.†dedi, doğal olarak. Fakat siz bu yeni hocalara, yeni eğitim kurumlarına asistan yetiştirecek o, tabiri caizse, iktisadi zinciri kurmamışsınız. Çünkü bu bir üretim bandı gibidir, önce onun adaylarını üretmeniz, sonra asistan yapıp en son da uzman oluşturmanız lazım. Uzmanlık öğrencisi olan asistanları lise öğrencileri arasından veya mimarlık öğrencileri arasından seçemezsiniz. Tıp fakültesi öğrencilerinin doktor olma hızının üzerinde asistan planlamanız teknik olarak mümkün değil. Şu anda bizden talep edilen bu. Matematiksel ve çok basit olan bu çelişkiyi görmek için biraz yukarıdan bakmak yeterli aslında. Ama çeşitli kurumları ayağa kaldıranlar bu bakış açısıyla bakma zahmetine katlanmayıp, “Asistan sayımız düştü, burası dönmüyor, kapanmak zorundayız vs.†diyerek, nefes bile almadan noktayı koyuyorlar. Üstelik bu şikâyeti yapanlar kafalarına başka bir şapka takarak, başka bir kimlikle, ülkedeki tıp fakültesi sayısının çoğaldığını, alınan öğrenci sayısının kabul edilemez olduğunu da iddia ediyorlar. Bu ne yaman çelişki? Asistan sayısını artırın, ama öğrenci sayısını azaltın. Bu nasıl bir şey? Matematiksel çelişki dediğim işte bu. Tabii ki iktisadi planlamanın her sektörde olduğu gibi insan gücü planlamasında da akılcı bir şekilde yapılması medeni toplumların vazgeçilmezidir. Bunun ne ölçüde başarıldığını son 30 yıllık planlama tablolarına bakarak görebiliyoruz. Mevcut planlama da sütten çıkmış ak kaşık değil ve bunu ıslah etmeye çalışıyoruz. Getirilen eleştirilerin bu açıdan yanıtlanmasında da fayda var. Bu bağlamda TUK’un en önemli görevlerinden ve oynadığı rollerden biri, uzmanlık dallarındaki global kontenjanları belirlemektir.
Global kontenjanları belirlerken Bakanlığa ve YÖK’e verdiğiniz ölçüt nedir? Global sayıyı nasıl belirliyorsunuz?
Global sayı teamüllere ve ülkenin ihtiyaçlarına göre belirleniyor. Bir yabancı örnek vereyim; Avustralya, sosyal ve fiziki altyapısını dünya genelinde en iyi şekilde tamamlamış, en üst düzeyde konfor ve medeniyete sahip ülkelerden biridir. Avustralya’da deri ve zührevi hastalıkları dalında uzman hekim sayısı ülkenin stabil olan nüfusunun ihtiyacını karşılayacak düzeyde yetiştirilmiş ve devlet bu alanda yeni uzmanlar yetiştirmek için eskilerin emekli olması veya vefat etmesi ölçütünü getirmiş. Hiçbir zaman bir üniversite hastanesinde tutulacak nöbeti, poliklinikte çalışacak kişiyi hesap etmemiş ve etmemekte. Elinde zaten yeterli sayıda deri ve zührevi hastalıklar uzmanı var, sistemden her yıl örneğin; yüzde 1 veya 0,5 oranında uzman çıkmakta. Bunu da rahatlıkla yerine koymakta. Daha fazla talep vardır elbette, eğitim kurumları daha fazla asistan istemekte midir, evet; ama sistem buna izin vermemekte. Sistemin bütün mükemmelliğine rağmen Avustralya’da da bazı uzmanlık dallarında hâlâ açık vardır.  Ama ülkenin idaresi yeni mezun olmuş doktorları deri ve zührevi hastalıklarına değil, açık olan dallara yönlendirilmekte ve global kontenjanları yıllık olarak belirlemektedir. Oradaki deri ve zührevi hastalıkları hocası asistan talep etmiyor mu? Herkes çantasını taşıyan, yapılan bir araştırmanın yazısını yazan, akşam eve gittiğinde hastanede nöbet tutan bir asistanının olmasını, kendisini temsil etmesini ister. Avustralya örneğini çarpıcı olması açısından vermek istedim. Ülkemizde de bazı uzmanlık dallarında artık ihtiyaç karşılanmış durumda. Örneğin; çocuk cerrahisi, radyasyon onkolojisi, beyin cerrahisi, kalp-damar cerrahisi gibi. Hatta çocuk cerrahisinde Avrupa’da 100 bin nüfus başına düşen çocuk cerrahı sayısı açısından ilk sıradayız. Buna rağmen hastanelerde nöbet tutulsun diye asistan planlamaya devam edersek, iktisadi gerçeklere ters düşmüş, akılcı davranmamış oluruz. Çocuk hastalıkları uzmanına, psikiyatri uzmanına, kadın-doğum uzmanına ihtiyacımız varken, yeni mezun hekimi, çocuk cerrahisine sırf orada nöbet tutulabilsin diye yönlendirme yaparsak -eğitim bakış açısıyla benim düşüncem budur- olmaz. Sağlık hizmeti sunucularının ihtiyaçlarını başka bir açıdan gidermeleri lazım.
Tespit ettiğiniz en fazla açık bulunan branşlar hangileri?
Açık arayla önde olan aile hekimliği ve acil tıp uzmanlığıdır. Aile hekimliğinin bir özelliği var. Ülkemizde birinci basamak sağlık hizmeti sunumu için aile hekimliği sistemine geçilmiş olması nedeni ile. Acil hekimliği önceleri uzman olmayan pratisyen hekimler tarafından veriliyordu veya büyük sağlık kurumlarında konsültasyonlarla yürütülüyordu. Batı ülkeleri bizden çok daha önde olsa da, bu aslında dünyada da yeni bir konsept. Bizde de acil tıp uzmanlığı yeni bir uzmanlık dalı diğer dallara göre. Sayısı artmakta olsa da büyük açık var. O yüzden bir uzmanlık eğitimi kurumu bu dalda asistan isteyip de alamadığını iddia etmez, ne isterse verilir. Ama çocuk cerrahisi dalında verilmemiş olabilir. Bir kurum düşünelim, çocuk cerrahisi uzmanı ve acil tıp asistanı istiyor. Ülke açığı neredeyse o verilmeye çalışılır. Çünkü bu kişi uzman olduktan sonra benim çocuğuma, anneme bakacak, vatandaşıma bakacak. Vatandaşımızın sağlık hizmetinin kalitesini arttırmak istiyorsak eğer, akıllı ve akılcı davranmak zorundayız. Bu iktisadi bir bakış açısıdır, aynı zamanda da mevcut duruma tipik bir örnektir.
Global kontenjanları TUK olarak siz mi belirliyorsunuz?
Evet, global kontenjanları TUK belirliyor. Bunu belirlerken de ülke ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyor. Bize Bakanlığın veri tabanı üzerinden, her bir uzmanlık dalı için ülkenin çeşitli illerinden, hastanelerinden “Şu dalda uzman istiyorum.†şeklinde geribildirimler gelir veya bir uzmanlık dalının iş yükü artık had safhadadır ve o dalda uzman yetiştirmeniz gerekmektedir. Bu sistem Sağlık Bakanlığının mutlak ölçüde denilebilecek kadar kontrolündedir. Bakanlığın bu bilgisi ülke ihtiyaçlarını yansıtması açısından en değerli kaynaktır.
Yani, sağlıktaki insan gücünü, Sağlık Bakanlığı elindeki verilerle çok iyi analiz edebilecek altyapıya sahip diyebiliriz. Peki, üniversiteler de buna dâhil midir? Biliyorsunuz, tam günle ilgili birtakım sorunlar yaşanıyor oralarda. Oralardaki durumu da analiz edebiliyor musunuz, yoksa bu YÖK’ü mü ilgilendiriyor?
Elbette, Bakanlık bu altyapıya sahip. Üniversitelere gelirsek, profesör, aynı zamanda uzmandır. Yine kadın-doğum üzerinden örneklersek; kadın-doğum profesörü herhangi bir sebeple oradan ayrılmış olabilir. Fakat T.C. sınırları içerisinde sağlık hizmeti sunmaya devam ediyor. Ancak Bakanlık duruma yukarıdan bakıyor, üniversitenin ihtiyacını ön plana almıyor. Vatandaşın sağlık hizmeti sunumunda o profesör hâlâ mevcut. Envanterde var. Ülkemizde örneğin; 3 bin 800 kadın-doğum uzmanı var diyelim. Üniversiteden ayrılan, özel hastaneye geçen, muayenehanecilik yapan uzmanlar efektiflik açısından mutlaka fark ediyor. Ama global düzeyde sayı aynı. İhtiyacım varsa hâlâ var, yoksa hâlâ yok. Daha çok veya daha az ihtiyaç anlamında çok fazla bir değişiklik olmuyor. Olaya yukarıdan baktığınız zaman detaylar kaybolur. Diğer yandan nüfusumuz da artıyor ve 2023’e kadar 90 milyonlara ulaşacak, o noktada sabit kalacak şeklinde projeksiyonlar var. Yani hâlâ nüfusu artan bir ülkeyiz. Bu da hekim, uzman sayısının artmasını gerektiriyor. Ama sağlık hizmeti sunumunda bazı uzmanlık dallarında çok geriysek, o dallarda daha hızlı uzman yetiştirmemiz lazım. Bunlar da global uzman çalışması yoluyla her yıl TUK tarafından yıllık olarak planlanıyor. Bu belirlendikten sonra, geçmiş teamüller göz önünde bulundurularak kontenjanlar Bakanlık hastanelerine ve YÖK’e bağlı eğitim kurumlarına kabaca dağıtılıyor. Türkiye’de 1987 yılından beri TUS yapılıyor, dolayısıyla uzun yıllardır bir teamül oluştu. TUK da kontenjan dağılımını yaparken bu teamülü bozmadı. Örneğin; ortopedi asistanlarının üçte ikisi üniversitelere, üçte biri Bakanlık hastanelerine veriliyorsa, bu yine böyle yapıldı. Biz kendi hastanelerimize söz etmiş olduğum asistan kapasite endeksini kullanarak dağıtım yapıyoruz. YÖK kendi yöntemini kullanıyor olabilir, ama biz aynı yöntemi kullanmalarını onlara da önerdik.
Afiliye hastanelerde uzmanlık eğitimi için talep kimden geliyor?
Afiliye hastanelerin sayısı artıyor. Bunların ilk örneklerini Rize ve Sakarya’da görüyoruz. Ayrıca İstanbul’da Göztepe Hastanesi, Medeniyet Üniversitesine; Ankara’da Atatürk Hastanesi, Yıldırım Beyazıt Üniversitesine; İzmir’de Atatürk Hastanesi de Kâtip Çelebi Üniversitesine afiliye edildi. Marmara Üniversitesinin durumu biraz farklı. Orası eğitim hastanesi değildi, devlet hastanesi olarak afiliye edildi. Ayrıca Muğla’da, Kütahya’da var, Erzincan’da, Ordu’da var. Pek çok devlet hastanesi, hastanesi olmayan üniversitelere afiliye ediliyor. Bunlar eğitim-araştırma hastanesi olmadığı için onları saymıyorum. Eğitim-araştırma hastanesi iken afiliye edilen kurumlarda uzmanlık eğitimi dekanlık tarafından yürütülüyor. Asistan planlaması vs. dekanlık tarafından yürütülüyor. Talepler YÖK’e yapılıyor, kontenjanlar YÖK tarafından belirleniyor. Ama Bakanlık, üniversite hastanelerinde Bakanlık adına kadro açabiliyor.
Güncel bir sorum olacak. Acillerde aile hekimlerinin nöbet tutması şu anda mümkün mü?
Acillerde asistan eksikliği şeklinde adlandırılacak bu sıkıntının rahatlamasının ipucu, tıp fakültelerine alınacak öğrenci sayısının artışıdır. Her ne kadar aynı kişiler buna öğrenci sayısını arttırmama yönünde talepte bulunuyorlarsa da, öğrenci sayısı artmalı ki, hekim sayısı artsın. Tıp fakülteleri geçen yıl 5 bin civarında mezun vermişken, bu yıl 11 bin öğrenci alındı. Tıp fakülteleri çok fire vermediği için altı yıl sonra yaklaşık 11 bin mezun vereceğiz. Şu an itibariyle 45 bin öğrenci var tıp tahsili yapan. Altı yıl sonra 45 bin mezun, ondan sonra her yıl onar bin mezun verilmeye başlanacak eğer kontenjanlar böyle giderse. Bu aslında akılcı bir bakış açısıyla tersten bir önlem almayı da gerektiriyor. Öte yandan, “Bu kadar çok doktora ihtiyacımız var mı?†sorusunu da sormak lazım. Neden? Çünkü daha yukarıdan baktığınız zaman ülkede sadece sağlık yok. Mimarlık, mühendislik, edebiyat, astronomi, marangozluk vs. birçok meslek var. İnsan planlamasını düzgün yapmak istiyorsak, gereğinden fazla uzman planlamasını yapmak gerekmiyor. Bu tıp için de geçerli. Yığılmayı fazla yaparsanız dramatik bir durum oluşur: Tıp fakülteleri ÖSYM puanı açısından en seçkin öğrencileri alıyor. Dolayısıyla neye ellerini atsalar başarılı olacak bu çocukları lüzumundan fazla tıbba almak da onlara ve ülkeye yapılacak bir haksızlıktır. Şimdi onar bin almaya devam eder ve musluğu açık bırakırsak, bir süre sonra bu da kaynak israfı anlamına gelecektir.
Peki, emekli olanlar ya da vefat dolayısıyla ayrılanların sayısı nedir? Branşlar bazında örnek verebilir misiniz?
Sistemden çıkan hekim sayısı her yıl yüzde 1’e yakındır. Yani 120 bin hekimimiz var şu an toplamda. Her yıl bin 200 kişi emekli olur veya vefat dolayısıyla devre dışı kalır. Ama bunun uzmanlık dallarına göre de tasnifini yapmak da veri analizi gerektiriyor. Bazı dallardaki uzmanlarımız çok genç, bazı dallarda ise nispeten yaşlı. Onlardan çıkış daha fazla. Acil tıptan hemen hemen çıkış yok. Ama kadın-doğum, genel cerrahi gibi kadim dallarda ülke nüfus profiliyle benzerlik var. Bu dalların çıkış hızı daha fazla doğal olarak. Bunların da takibinin yapılması, o uzmanlık dallarının daha fazla beslenmesi gerekiyor.
Teşekkürler.
Kaynak: Medimagazin